11 Ağustos 2013 Pazar

Jurassic Park (1993)






















JURASSIC PARK (1993)


“He left us! He left us”1


     Yaşım küçükken en sevdiğim filmlerden biriydi Jurassic Park ve tabii dolayısı ile diğer devam filmlerini de severim fakat ilk filmin yeri bir başka. Amerika Birleşik Devletleri’nde Nisan ayında vizyona girmesine rağmen Türkiye’de Jurassic Park 3D filmini izlemek için Ağustos ayına kadar beklemek gerekti. Jurassic Park serisini bir açıdan Back to the Futureserisine benzetirim. Aslında pek bir benzerlik yok aralarında konu açısından. Biri Jura Devri’ni çağımıza getiriyor, diğeri ise günümüzü diğer yüzyıllara götürüyor. Bu iki seriyi sevmemin nedeni herhalde küçükken beni en çok eğlendiren film serileri olmaları.
     Filmi sinemada tekrar izlediğim için mutluyum, sadece T-Rexin kükremesi bile bu filmi sinemada izlemek için yeterli bir sebep fakat sinema salonundan pek memnun ayrılamadım. İzlediğim yer Cinemaximum Kanyon, 1. salondu. Mars Entertainment Group burada hata yapmış. Üst kattaki 5. salonda izlediğim aynı 3D görüntü ile 1. salonda izlediğim aynı 3D görüntü arasında kat kat fark vardı. Herhalde projektörlerini güncellemedikleri için bu durumla karşı karşıya kaldık. Filmin 3D’si iyi bir sistemle güzel görünecek, belli fakat görece küçük bir salonda, “bazen” cızırtılı hoparlörlerle, iyi olmayan bir projektörle Jurassic Park 3D heba olmuş. Buradan yola çıkarak Mars Entertainment Group’ın internet sitelerinde, ana sayfalarında bahsettiği “dünya standartlarındaki teknoloji” yazısına bir göz atmaları gerekecek sanırım. Benim gittiğim salondan daha iyi bir salon bulabilirseniz izleyin. 3D’si özellikle ilk yarıda güzel.
     Film 127 dakika. Türü için iyi bir uzunlukta. Zaten süresinden dolayı sıkıcı olacak bir film değil. Steven Spielberg bu işi güzel yapıyor, yönetmenlik çok iyi filmde fakat senaryo, senaryo, senaryo! Filmden evvel Kasım 1990‘da yayımlanan filmin kitabını yazan Michael Crichton, daha sonrasında filmin senaryosuna yazarlık yapıyor. Crichton’ın kitabının güzel olup olmadığını bilmiyorum, henüz okumadım fakat filmin senaryosundaki başarısının nedeni de Crichton’ın geçmiş yıllarda da kaliteli filmlere senaristlik ve yönetmenlik yapmasıdır. Çok üretken bir insan. Karakterlere, özellikle Dr. Alan Grant’e yaptırdığı gülümseten saflıklar Crichton’ın senaryo yazmadaki becerisinin eseri.
     Jurassic Park’tan önce böylesine güzel ve gerçekçi efektlere sahip olan film olmayışı, Jurassic Park’ı bir ilk yapıyor ve bu ilk olma durumu iyi bir senaryo, iyi oyuncular, iyi bir yönetmen ve iyi bir ekiple birleşince ortaya çıkan şey kendisine sinema tarihinde sağlam bir yer ediniyor. Brachiosaurusı, T-Rexi 1993 yılında, sinemada gören insanlar ne düşünmüşlerdir merak ediyorum.
     Oyuncu seçimi harika casting yönetmeni çok iyi bir iş çıkarmış Sam Neill, Laura Dern, Jeff Goldblum, Richard Attenborough, Wayne Knight tam rol için biçilmiş kaftan ve çocuk oyuncular Joseph Mazzello ile Ariana Richards da aynı şekilde. Oyuncu seçiminin yanı sıra oyuncular da çok iyiler. Sam Neill, Laura Dern, Jeff Goldblum ve Richard Attenborough zaten bilinen, yetenekli oyuncular fakat özellikle Dr. Alan Grant rolündeki Sam Neill ve Dr. Ellie Sattler rolündeki Laura Dern mükemmeller. Laura Dern çok güzel bir kadın. İlk dinozoru, Brachiosaurusı gördükleri andaki muhteşem oyunculuklarına keyifli bir sırıtış ile eşlik etmemek mümkün değil. Aynı duyguyu Sam Neill’in Triceratopsın karnına kafasını dayadığı sahnede de yaşıyoruz. İnsan türünün bir dinozorla olan etkileşimini bir film ile olsa da deneyimleme değil de deneyimlemeye yakın bir duygu ile hissediyoruz. 
     Dekorlar, setler, filmin içindeki tema parkı ürünleri3, kostümler her şey mükemmel. Steven Spielberg işin uzmanlarıyla çalışmış belli ki işi şansa bırakmamış. İyi de etmiş.
     Film hakkında daha fazla yazacak şey bulamıyorum. Aslında ondan fazla defa izlediğim bir film hakkında bir şey yazamamam da garip gibi gözükecek fakat filmde her şey çok iyi olduğundan ve kendi alt janrının standartlarını belirleyecek kadar iyi bir film olduğundan daha fazla yazamayacağım. Bizi dinozorların devrine değil de dinozorları bizim devrimize getiren Jurassic Park’ı seviyorum. Sinemada izleme fırsatı yaratın.


1 Bizi terk etti! Bizi terk etti!”
2 Geleceğe Dönüş
3 Merchandisingden bahsediyorum.

The Blob (1958)


                                                             THE BLOB1  (1958)


“It can’t stand cold!”2



     The Blob, çok güzel, eğlenceli ve kayda değer bir müzik ve yine bir o kadar güzel ve farklı olan jeneriğiyle karşılıyor bizi, dinlerken mest oldum. Film ilk olarak Steve McQueen ile parlıyor. McQueen bu filmden önce yeterince tanınan bir oyuncu değil, bu filmde de Steven McQueen ismini kullanıyor. McQueen’i yıldız yapacak olan The Magnificent Seven3 (1960) ile birlikte sonraki kültleşmiş The Great Escape4 (1963), The Cincinnati Kid5 (1965), The Thomas Crown Affair6 (1968), Bullitt7 (1968) ve Papillon8 (1973) gibi, daha birçoğunu sayabileceğimiz filmler Steve McQueen’i sinema tarihinde ölümsüz kılmıştır.
     Filmi izlediğim kaynak 2013 yılında piyasaya çıkan The Criterion Collection Blu-ray’i. Film 82 dakika gibi günümüzde pek alışkın olmadığımız kısa bir süreye sahip. Filmde gren yoğunluğu fazla. Bunu başta biraz yadırgasam da ileride bu azalıyor ve alışıyorsunuz. Bu biraz da filmin zamanının gece vaktinde geçmesi ile alakalı. Her şeye rağmen yine de iyi kotarılmış diyebiliriz. Ses mono. The Blob düşük bütçeli bir film. Çok şey beklemek saçma olur fakat bu düşük bütçesi içerisinde filmin bize sunduğu tek kelimeyle muhteşem. Bu yüzden bu filme tam olarak B movie9
 diyemeyeceğim. Tam olarak tanımlanabilecek bir film değil The Blob. Değişik bir film, değişik bir deneyim. Bu tarz filmler zamanında iyi ki çekilmiş yoksa bu devirde kimse The Blob gibi filmler çekmeyeceği için eksik kalırdı sinema tarihi.
     The Blob farklı bir gerilim filmi. Uzaydan, sıradan, herhangi bir Amerikan kasabasına düşen ve şekil değiştirip kapı altından bile geçebilen kırmızı, jölemsi bir varlık olan Blob ile başlıyor her şey. Lt. Dave filmin sonlarına doğru Blob için “Hayatımda gördüğüm en korkunç şey!” derken biraz abartıyor ya da eski toprak polis amirinin kasabası bir hayli sıradan.
     Filmin yönetmeni Irvin S. Yeaworth Jr.’ın filmografisinde çok film yok. Hatta çok az film var. Yeaworth Jr.’ın diğer filmlerinin posterlerinden bile yönetmenin nasıl bir tarza sahip olduğunu anlayabiliyorsunuz. Yönettiği az sayıdaki filmlerin çoğu 1950‘lerdeki ve 1960‘lardaki o kendine has havaya sahip bilim kurgulardan.
     The Blob’ı ilk başta bir teen slasher10 zannettim fakat film beni yanılttı. Esas oğlan ve esas kızın, “kasaba”nın kötü (sandığımız) erkek çetesi ile yaptıkları araba yarışından -hatta geri geri giderek yaptıkları araba yarışından!- sonra işler kızışacak sanıyorsunuz fakat hayır. Filmde beni en çok bu kötü sandığımız gençler şaşırttı açıkçası. Bu gençler kötü olmayı bırakın, ana karakterimizin iyiliği için ellerinden geleni esirgemiyorlar, iyi kalpliler, yardımcı oluyorlar. Beklenen olmuyor, senaristler neden böyle bir şeyi tercih etmişler anlamadım, sıradışı. Filmin içinde barındırdığı gençlik unsuru yeterince güzel ve iyi kullanılmış, filmin bütününe güzelce yayılmış. Bu tarz filmlerin olmazsa olmazı “iyi gençler”in dostu, onları uyaran, kollayan polis memuru da filmde ben de buradayım dercesine mevcut. Bunun haricinde bu iyi polisin emrinde çalışan bir gıcık polis de mevcut. Gençlerin “Blob”ına hiç mi hiç inanmayan birisi bu polis. Olması gereken her şey yerli yerinde yani. Unutmadan filmin vizyon tarihi 1958. 
     Kısıtlı bütçe ve dolayısı ile kısıtlı süre, filmi konuya çabuk girmeye zorluyor. Bu olay filmin kendi ritmi içerisinde normal karşılanıyor. Bir aksaklık göremedim bu açıdan.
     Yönetmenin tek bir “şey” üzerinden bilim kurgu yapabilmesinin tek nedeni iyi senaryo. Senaristler mevcut olan bütün numaraları kullanıyor, güzel bir drama yaratıyor. Bu “filmde” yetenek yönetmende değil de senarist Theodore Simonson ve birlikte çalıştığı Kay Linaker’da. Filmi herhangi bir başka yönetmen çekse en az şu anki hali kadar iyi olurdu yani. Senaristler bazı şeyleri bütçe kısıtlılığı yüzünden göstermek yerine söyleterek yansıtmayı tercih etmişler ve filmin sonlarına doğru artan gerilimi tam dozunda vererek iyi bir iş çıkarmışlar.
     Steve Andrews rolündeki Steve McQueen’in göze çarpan etkileyici oyunculuğunun yanında Aneta Corsaut, sıradan bir oyunculuk sergiliyor Jane Martin rolünde. Lt. Dave rolündeki Earl Rowe’un oyunculuğunu sevdim, bana şu anda aklıma gelmeyen birini hatırlatıyor siması.
     Film bana çok sevdiğim The Breakfast Club11 (1985) ve yer yer de yine defalarca izlediğim Tremors12 (1990) filmlerini anımsattı (Özellikle diner13 sahnesinde). The Breakfast Club’ı hatırlamamın nedeni de zannedersem filmin uzaydan düşen jölemsi yaratık Blob üzerinden dostluğu ve arkadaşların başından geçen bir durumu anlatması.
     Steve McQueen’in kostümleri tek kelimeyle harika. Bunun yanında diğer erkek grubunun kostümleri de çok iyiler fakat kadınların kostümlerine pek önem verilmemiş. Dekorlar güzel. Özellikle karakol dekoru hoşuma gitti.
     Filmin bir herhangi bir Amerikan kasabasında geçtiğini tekrar vurgulamak gerek çünkü film, sonlarına doğru birden ona, buna, herkese mesaj verme kaygısına giriyor. Bir kasabada sorun çıkınca kasabalılar el ele verip bu olayı çözebileceği ölçüde çözmeli, geri kalanını da “Washington”a bırakmalı. O sıradan kasabanın arkasında koca bir devlet var, gerekirse Washington, bu yaratık için hava kuvvetlerinden Boeing Globemaster yollar ve kasaba huzura kavuşur mesajları göze sokulurcasına veriliyor. Bir sahnede de polis amirinin daha henüz Blob’ın ölümsüz olduğunu bilmezden önceki zamanında Blob’ı havadan bombalarla öldürme teklifi de güzel bir örnek.
     Günümüzün klişeleri bolca mevcut. Ana karakterin sevdiği kızın ufak erkek kardeşi elindeki oyuncak tabancası ile Blob’ı vurmaya çalışır fakat ufak çocuk kendisini bilmeden tehlikeye atar. Blob insanları kaplayarak iyice büyüdükten sonra dinerın üzerindeyken elektrik direğine bağlı kabloların polis tarafından tüfekle vurularak Blob’a elektrik verme suretiyle etkisiz hale getirme çabaları da günümüzde klişeleşen güzel bir detay.
     The Blob’ın son sahneleri çok hızlı gelişip bitiyor. Her soru yanıtlanıyor eksik pek bir şey kalmıyor fakat bir anda bitirelim de zamanımızı harcamayalım derdini izleyiciye biraz da olsa yansıtıyor film. Yine filmin giriş jeneriğindeki gibi beğendiğim bir unsur da film biterken “The End” yazısının bir soru işaretine dönüşmesi. Bu gibi güzel şeyler filmden aldığım keyfi artırdı. The Blob’ı ileride tekrar izleyeceğimi düşünüyorum. Keyifli bir film. Sevdim.



1 Büyüyen Canavar
2 “Soğuğa dayanamıyor!”
3 Yedi Silahşörler
4 Büyük Firar
5 Kumarbazlar Kralı
6 Kibar Soyguncu
7 Gangsterin Kaderi
8 Kelebek
9 B filmi. Yüksek bütçeye sahip olmayan tam olarak ikinci sınıf diyemeyeceğimiz, büyük yapımlardan görece daha az kaliteli olan filmler.
10 Gençlerin birer birer öldüğü filmlere verilen bir alt janr ismi.
11 Kahvaltı Kulübü
12 Yeraltı Canavarı
13 Lokanta vagonu.